KUZEYEGEHABER-Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi Yürütme Kurulu Başkanı Sebnem Korur Fincancı, Covid salgınının iki yılını değerlendirdi. Prof.Dr. Fincancı, “Türkiye’de tam aşılı oranları yüzde 35’i geçmemektedir. Yani, toplumsal bağışıklığı sağlayabilecek oranın neredeyse üçte biri ancak tam aşılıdır.
95 bin insanımızı yitirmiş görünüyoruz ama fazladan ölümlerle, polikliniklerin, servislerin Covid-19 hastalarına ayrılması ve bunun sonucu ortaya çıkan ertelenmiş sağlık hizmetlerinden yitirdiğimiz insanları da kattığımızda 269 bin insanı aşan kaybımız var. Bunların tamamı önlenebilir ölümlerdi” dedi. Fincancı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın hekimlere yönelik “Gidiyorlarsa gitsinler” sözünü ise “Şiddete davetiye çıkaran bir açıklama” olarak değerlendirdi.
Türkiye’de ilk Covid-19 vakası, 11 Mart 2020’de Sağlık Bakanı Fahrettin Koca tarafından açıklandı. Koca’nın ilk vakayı açıklamasının üzerinden iki yıl geçti. TTB Merkez Konseyi Yürütme Kurulu Başkanı Şebnem Korur Fincancı, salgının ikinci yılını ANKA Haber Ajansı’na değerlendirdi.
Fincancı, salgın sürecinde sağlık yönetiminin iyi yapılamadığına dikkat çekerek, “Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre 95 bin insanımızı yitirmiş görünüyoruz ama fazladan ölümlerle, Covid-19 salgını nedeniyle, polikliniklerin, servislerin Covid-19 hastalarına ayrılması ve bunun sonucu ortaya çıkan ertelenmiş sağlık hizmetlerinden yitirdiğimiz insanları da kattığımızda 269 bin insanı aşan kaybımız var” dedi.
“BAKANLIK, HAKİKATİ ORTAYA KOYMAYAN BİR YOL İZLEDİ”
Fincancı, son iki yılda Covid-19 pandemisinde yaşananlar ve alınan önlemlere ilişkin şunları söyledi:
“İki yıl içerisinde neler oldu? Tabii salgınla mücadele etkili bir halk sağlığı çalışmasını, kapsamlı bir değerlendirmeyi, epidemiyolojik ilkelerle, salgının önlenmesine dair önlemler alınmasını gerektirirdi. Bunlar yapılabildi mi? Hayır yapılmadı. En başından şeffaf olmayan bir süreci işleten Sağlık Bakanlığı, turkuaz tablolar adı altında aslında toplumun algısını yöneten, ne yazık ki hakikati ortaya koymayan bir yol izledi. Başlarda gerçek vaka sayılarını görmekten uzak, etkili bir filyasyon düzenlemesinin yapılmadığı, düzenli olarak risk gruplarında toplu alanlarda bulunan ve dolayısıyla salgının yayılmasında kolaylaştırıcı faktörlerin durumunda yaygın test uygulamaları, taramalar ve pozitiflerin sağlamlardan ayrılması yönünde olumlu adımlar atamadık.
Tabii bu ayrılma süreçlerinde insanları yalnız bıraktılar. Oysa kamusal olanaklarla bu insanların gözetilmesi, bakılması gerekirdi. Ne kadar yaygın tarama yapılabilirse o kadar salgının önüne geçmek mümkün olacaktı. Çarkların dönmesi konusunda çok isteksiz davrandı Türkiye. Dünyada da çok farklı olmamakla birlikte çalışan sayısını azaltma yönündeki çalışma modellerinde de bir kamusal destekten yararlanamadı emekçiler ve açlığa mahkum edildiler. 1.100 liralık aylık ücretlere mahkum edilmiş bir Türkiye vardı karşımızda.
“ÖNLEMLER ARTIK TÜMÜYLE TERK EDİLMİŞ DURUMDA”
Türkiye nüfusunun salgından etkilenme oranına baktığımızda, emekçilerin Türkiye nüfusunun iki katı fazla etkilendiğini görebiliyoruz. Bu çok ciddi bir sorun. Önlemlerin alınmadığını gösteren bir durum. Oysa çok basit önlemlerle gene epidemiyolojik ilkelerle, halk sağlığı önlemleriyle bu sorun çözülebilirdi. Örneğin dönüşümlü çalışma modelleriyle, çalışan sayısının kapalı ortamda azaltılması, bu kapalı ortamda kalınma süresinin kısaltılması ve aralarla havalandırmanın sağlanabileceği durumlar mümkündü ama biliyoruz bir maskeyi bile sağlayamadılar.
Aşılarla ilgili tereddüt yaratacak açıklamalar oldu. Türkiye aşılama konusunda önce Sinovac ile anlaştı. İnaktif aşıları yere göğe koyamazken MRNA aşılarını kötüleyen birtakım yorumlar yaptı. Bu ciddi anlamda bir aşı tereddüdü yaratmanın yanı sıra aşı karşıtlığını da besledi ne yazık ki. Ve bilgiler şeffaf olmadığında da ciddi sorunlarla karşılaştık.
Tabii hala benzer bir şekilde algıyı yöneten bir salgın yönetimi var. İki yılın sonunda geldiğimiz yerde, zaten halk sağlığı önlemleri, sınırlı ve çok etkisiz olan pek çok önlem artık tümüyle terk edilmiş durumda. Temaslı takipleri ortadan kalktı. Risk gruplarında yaygın test uygulamasını zaten, hızlı antijen testleri çok yararlı olabilecekken bunları inatla kullanmamakta direndiler.
“TÜRKİYE’NİN YÜZDE 85’İ AŞILIYMIŞ GİBİ SUNULUYOR”
Aşılamada bu tereddütle beraber insanların aşılamalarını tamamlamalarıyla ilgili sınırlılıklar bizi karşıladı. Aşılama konusunda algı yöneten bir anlayış var. Toplumun yüzde 85’inin aşılıymış gibi sunulduğu bir tablo yayımlıyor Sağlık Bakanlığı. Oysa bu hiç de hakikati yansıtmıyor. Çünkü tam aşılı olmanın bugün artık varyantların olduğu koşullarda hatırlatma dozlarıyla birlikte aşıların yapılmış olması anlamına geldiğini anlatmamız gerekiyor. Ama bunu da anlatmaktan kaçınıyor ve Sağlık Bakanlığı tek doz aşı oranını sanki toplumsal bağışıklık sağlanmış gibi sunuyor. Bu çok yanıltıcı bir durum. Başlangıçta inaktif aşılarla aşılananlarda yani 2 CoronaVac aşısı olanlarda mutlaka hatırlatma dozlarının yapılması gerektiğini özellikle inaktif aşıların varyantlarda düşük, hatta omicronda neredeyse hiç etkisinin olmadığını yapılmış olan çalışmalar gösteriyor.
“DEMEK Kİ NEYMİŞ, SARS-COV-2 VİRÜSÜ ASIL OLARAK MÜZİK İLE BULAŞIYORMUŞ”
Bu oranlara baktığımızda, satır aralarında grafik barlarında görebildiğimiz şudur ki, Türkiye’de tam aşılı oranları yüzde 35’i geçmemektedir. Yani, toplumsal bağışıklığı sağlayabilecek oranın neredeyse 3’te 1’i ancak tam aşılıdır. Tam aşılı olma halinin de belirli bir sürenin sonunda yeniden bir hatırlatma dozuna gerek duyduğunu unutmamak gerekiyor. Tüm önlemleri kaldıran ama müzik yasağını sürdüren bir sağlık otoritesi ile karşı karşıyayız. Demek ki neymiş, SARS-COV-2 virüsü asıl olarak müzik ile bulaşıyormuş.
“269 BİNİ AŞAN KAYBIMIZ VAR”
Oysa, biz neler olduğunu biliyoruz. Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre 95 bin insanımızı yitirmiş görünüyoruz ama fazladan ölümlerle, Covid-19 salgını nedeniyle, polikliniklerin, servislerin Covid-19 hastalarına ayrılması ve bunun sonucu ortaya çıkan ertelenmiş sağlık hizmetlerinden yitirdiğimiz insanları da kattığımızda 269 bin insanı aşan kaybımız var. Bunların tamamı önlenebilir ölümlerdi. Bunları durdurmayan sağlık otoritesine, siyasi otoriteye sorumluluk yüklüyoruz. Çalışma ortamlarını denetlemeyen Çalışma Bakanlığı’na sorumluluk yüklüyoruz. Tümü bu fazladan ölümlerden yani yaşam hakkı ihlallerinden sorumludur ve bir salgın yönetimi olmadığı gibi bilimsel bilgiye yönelik bu itici davranış da bir gün elbet karşılığını bulacaktır.”
“10 TEMEL TALEBİMİZ VAR”
Fincancı, 14 Mart Tıp Bayramı öncesinde, yapılan “Emek bizim, söz bizim” eylemleriyle sağlık çalışanlarının 10 temel talebini dile getirdiğini söyledi. En temel talebin sağlıkta şiddet olduğunu belirten Fincancı, “Sağlıkta şiddetin durdurulması için, şiddetin önlenebilmesi için yapılması gerekenleri tanımlıyoruz. Daha önce sunduğumuz bir yasa tasarısı vardı. Genişleterek Meclis’e ilettik. Önerilerimizin takip edilmesini bekliyoruz” dedi.
“BAKANLIK, ‘EMEKLİ HEKİMLERE İNSANCA YAŞAYACAK ÜCRET VEREMEYECEĞİZ’ İTİRAFINDA BULUNDU”
Sağlık Bakanlığı tarafından hekim atamalarında 65-72 yaş grubuna kadro açılmasına değinen Fincancı, “Her yıla 120 gün yıpranma payı tanınmasını bunun emekliliğimize yansımasını istiyoruz. Ancak biliyorsunuz Sağlık Bakanı da son kurada 65-72 yaş grubuna kadro açtı ve böylece bir itirafta bulundu. ‘Biz, emeklilere insanca yaşayacak ücret veremeyeceğiz bu nedenle buyursun gelsin çalışsınlar’ itirafını yaptı. Biz, bu olmasın, insanlar emeklilik yaşamını insanca koşullarda sürdürebilsinler diyoruz” diye konuştu.
“HEKİMLERİN TALEPLERİ SADECE ÜCRET DEĞİL”
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu hafta hekimlere ilişkin yaptığı, “Gidiyorlarsa gitsinler” açıklamasına tepki gösteren Fincancı şunları söyledi:
“Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu açıklaması, şiddete davetiye çıkartan bir açıklama. Hekimlerin taleplerinin sadece ücret olduğu gibi bir yanılsama yaratıyor. Aslında bu algı yönetimi çok başarılı oldukları bir süreç. Bu da bir algı yönetimi ve düşmanlaştırma da önemli araçlardan birisi. Aslında buna karşı hekimler mücadele ediyor, mesleğinin değersizleştirilmesi, itibarsızlaşmasına karşı değerlerinin tanınmasını talep ediyorlar ve hiç unutmamak gerekiyor ki bizim talebimiz ücret değil.
Bu ülkenin en iyi okullarından birinde okuyabilmek için gençliğini, uzun yıllarını veren insanların, sonrasında çalışma yılları içinde de uzun saatlerini bu mesleğe adamış olmaları toplumda bir karşılık bulmalı. Bütün bu düşmanlaştırma çabasına rağmen toplum aslında hekimleri destekliyor ve onların haklarının teslim edilmesi için çağrıda bulunuyor. Kendilerine de teşekkür ediyoruz bu düşmanlaştırma politikasına kulak vermedikleri ve bizlerle birlikte sağlık hakkı mücadelesini sürdürdükleri için. Çünkü hekimler tükenirse, Türkiye’de sağlık tükenir..”