Petrol-İş Sendikası Petkim ve Tüpraş işyerlerinde delege seçimi yapıyor biliyorsunuz. Bu bağlamda geçmişte benim de yaşadığım komik, komik olduğu kadar da insan davranışlarının ne kadar laçka olduğu, verilen sözlerin adeta başka bir şey vermeyi çağrıştırdığı bir anımı paylaşmak istiyorum sizlerle. Zira tam yeri, tam vakti olduğunu düşünüyorum, hem de şiddetle!.
Yönetimle kelimenin tam anlamıyla papaz olmuşuz. Hatice Hanımgiller biletimizi kesmiş, Kenan Yavuz beyler ipimizi çekmiş, görmeyeyim şu herifi buyuraraktan tayinimizi Güzelhisar Barajına çıkartmışlar.
Mevzu, Hatice Hanımgillere göre, Petkim’i yönetmeye kalkmam, çok konuşmam, her boka maydanoz olmam, vs, vs. Kenan beyleri bu argümanlarla doldurup iş akdimin fesh edilmesini sağlamak, amaç bu. Plan adım-adım işliyor. Pılımı-pırtımı, melbusat torbamı tedarikleyip Barajın yolunu tuttum.
Aslında benim için ceza değil ödül gibi bir şey bu görevlendirme işi. Zira kafa dinlemeye müthiş ihtiyacım var. Bu arada tayinimin hemen sonrasında yine bir delege seçimi süreci yaşanmaya başlandı. Uzaktan izliyorum süreci, coğrafi mecburiyetten ötürü.
Başta Aliağa’ya Yarımca’dan birlikte geldiğimiz arkadaşlardan olmak üzere her gün bir sürü telefon alıyorum. İlla ki delege adayı ol, ağzın laf yapar, sendikal konularda bilgilisin, hakkımızı savunmayı bilirsin, ebelek-gübelek, cart-curt…
Lan oğlum, yapmayın, Baraj’da bu süreçlere katkım olmaz, netice de işten eve, evden işe gidip-geliyoruz. Aday olursam ek vakit yaratıp işyerine gelip çalışma yapmam lazım ki sizlere faydam olsun, bunu da nasıl yapabilirim, yapabilir miyim bilmiyorum.
Yahu, ne gerek var, seni hepimiz tanıyoruz, kırma bizi, ille de aday ol, bak ölümü gör, olmazsan acayip küserim, bu diyarlardan giderim…
Her gün en az 5-6 telefon, bir o kadar da mesaj. Yani aslında hepimiz son derece kötüye doğru giden bir sürecin içindeyiz, Petkim emekçileri olarak, durum berbat. Özelleştirmeden sonra Petkim artık “Baba” niteliğini yitirmiş, herkesin kaderi pamuk ipliğine bağlı. Durum kötü, kolla dötü hesabı. Görevden kaçmak, yanlış, ters. O halde ni’dek, kabul edek ,ettik te zati…
Yazın bakalım bu garibi de dedim, adaylığımı ilan ettim. Aldım kağıdı-kalemi elime, oy hesabı yapmaya durdum. 55-60 arası kesin, yukarısı ekistira kabilinden. Zati 30-35 oyu buldun mu kesin delegesin.
Seçim günü gittim oyumu kullandım, e bir nebze heyecanda yok değil tabi. Biraz bahçede, biraz yemekhane de gezinerekten sandıkların açılmasını beklemeye başladım. Bu arada kimi görsem; “Ayıpsın kardeşime bak, oyum senin, merak etme, ne söz verdiysek öyle, hiç merak etme”.
Tamam dedim, bu iş bitti.
Saat geldi çattı, görevli arkadaşlar sandıkları açtı, sayıma başladı. Şimdi 55-60 civarında oy almaya koşullandırdım ya kendimi. Önce biraz şaşkınlık, sonra hayal kırıklığı, peşinden kızgınlık en son parti de içimden o güne değin etmediğim kadar en sunturlusundan küfür-kafir. Yediler bizi, hem de peynir ekmek gibi, kafanın lastiği atmış, beyin boş dönmeye başlamış, psikolojik durumlar bu minvalde.
Sayım bitti, kesin sonuçlar açıklandı, özüme 26 oy çıktı, epi-topu bu. Yani 30 fire verdik, boru değil. Bu durumda dahi bir yığın insan hala yalan söylemeye devam ediyor, Abi, Allah musaf çarpsın oyu sana verdim, bizde yamuk yok tertip, he vay anasını acaba yanlış mı saydılar oyları, yeni bir sayım neyim mi istesem?.
Ulan resmen Züğürt Ağa’ya döndük, Marabalar Şıh’ın Cennet’te arsa vaadine uyup Ağa’yı sattı ya, e, peki beni hangi vaad karşılığında sattılar?, sonradan öğrendim tabi, ne karşılığında satıldığımı!.
İşte o günden sonra bu tür sözlerin, vaatlerin kimlerin ağzından çıktığı, yada ağızdan mı, mabad’dan mı çıktığı karşısında daha seçici olmaya başladım, bu hallerim herkeslere özen ve itina ile tavsiyemdir netekim…