Çocukluk yıllarımın Ramazanları geliyor aklıma. ,
Ne güzeldi o yıllar. Henüz, ilkokuldaydık. Ailemiz, oruç tutmamızın doğru olmadığını söylerdi.
”Sen daha çocuksun, iyi beslenmen lazım, yoksa derslerinde başarılı olamazsın, büyüyünce tutarsın” derdi annem.
Büyükbabam; “Tamam, sahura kalk, yemeğini ye, sonra da ağzını çalkala niyet et. “Tutabilirsem tutarım, tutamazsam yutarım” dersin, Allah niyetini bilir, kabul eder” derdi.
Davul sesi ile uyanırdık. Heyecan ve istekle kalkar, yüzümü yıkar, annemin sofrayı kurmasını beklerdim. Davula gerek var mıydı? Yoktu aslında. Çalar saatler vardı. Akşamdan kurarsın, o seni uyandırırdı. Ama, davulun sesi güzeldi…
O davulcuların kimler olduğunu bilemezdik. Kim olduklarını da sorgulamazdık. Yıllar sonra, o insanların herkesten önce uyanıp, cadde ve sokakları gezerek bizleri uyandırmaya çalışmasının anlamını anlamaya başladık.
Öncelikle “ekmek parasıydı” bu emek ve çilenin nedeni. Başka bir “iş güvencesi” ya da mesleki becerisi yoktu. Tek bildiği geçim kaynağı buydu.
Bayram sabahları davullar yine çalar, ev ev dolaşarak, maniler söyleyerek “bahşiş” beklerlerdi. “İnsani bir dayanışma, yoksulu desteklemekti” anlamı…
Mahalle arkadaşlarımızla, iftara bir iki sat kala, elde yumurtalarla sıraya girip, yumurtalı pide yaptırmak ne güzeldi. Hele, iftar sonrası, gerçek bir samimiyetle, “teravih namazları” kılmak, sonra evlerde konu komşuyla çaylar içip sohbet etmek, büyük keyifti.
Aradan yıllar geçti, çocukluktan ergenliğe, gençliğe, orta yaşa ve nihayet “yaşlılığa” geldik. Çalar saatleri de geçtik, cep telefonlarımızın alarm sistemleri var! O halde davulcuya ihtiyaç var mı? Evet, var…
Bir geleneği yaşatmanın da ötesinde, bir insanın emeğine saygı ve “dayanışma” adına davulcuları yaşatmalıyız. Onlar da ailesiyle birlikte “yaşamak” için kazanmak zorundalar. İnanç, “duygusal” bir olayıdır. İnsan ruhunu temiz tutar.
Çünkü, insanı “İNSAN” olmaya davet eder. Benim çocukluğumun Ramazanlarında, önce akrabalarla paylaşılan iftar yemekleri vardı.
Sonra, yaşadığımız mahallenin yalnız ya da yoksul insanlarıyla paylaşırdık sofralarımızı. Akrabalarımız ve komşularımızla yaşanan sohbetlerdi güzel olan.
İnsanlara ve temiz inançlarına saygı ve güven vardı. “PAYLAŞMAK” ve “RUHEN TEMİZ KALABİLMEK” idi inancın aslı. Kimse kimsenin inancını sorgulamaz, farklı siyasi tercihlerde olanları “düşman” bellemez, “KİN ve ÖFKE” duymazdı!..
O zamanlarda kul ile Yaradan arasında “ARACILAR” da yoktu! “İslam dininde ruhban sınıfı yoktur” diye öğrendik. Sonra, din üzerinden “siyaset ve ticaret” düzeni kurdu kimileri!
Hazreti Muhammed’i “SON PEYGAMBER” bilirdik. 21. Asırda “SAHTE PEYGAMBERLER” çıktı ortaya! Din adamı kılıklı bir meczup; “Allah’la konuştum, Manisa’daki depremi önledim” dedi!
Kimileri bu yalanlara inandılar da! İnancın, “SİYASET MALZEMESİ” olduğu, çirkin bir dönemi yaşıyoruz…
Çocukluk yıllarımın saf, tertemiz, gerçekten inançlı insanlarını ve Ramazanlarını çok özlüyorum…