TARİH, geçmişte yaşanan olaylardan “ders çıkarmak” ve yapılan yanlışları tekrarlamamak için yazılır.
Tarih, “çıkarlara göre uydurulacak bir masal” değildir!
Tarihsel olayların pek çok “GİZLİ” yönleri vardır! Bu gizlilik, belirli bir süre geçtikten sonra kamuoyuna açıklanır.
Örneğin; ABD, 1941’de yaşanan Pearl Hourbor saldırısı ile ilgili gerçeği 50 yıl sonra resmen açıkladı. “Bu saldırıdan bir hafta önce, dönemin ABD Başkanı Roosvelt, istihbarat örgütünce bilgilendirilmişti!” Ancak, “Dünyanın yeni egemeni” olmak isteyen ABD, bu saldırıya göz yumarak “Atom bombasının dehşetini dünyaya ilan etmek” istedi ve gereğini yaptı!
Ya 27 Mayıs 1960’da yaşadığımız olayın “perde arkası ve gerçeği” neydi?
1923’te, Cumhuriyet ilan edildiğinde; üst üste yaşanan savaşlarla perişan olmuş, yüzde 80’den fazlası köylerde yaşayan, eğitimden yoksun bırakılmış bir halk vardı. Osmanlı borçlarını Cumhuriyet yönetimi üstlenmişti. Bir an önce ÜRETİM ve EĞİTİM seferberliği gerekiyordu.
Yoksul ve eğitimsiz bir toplumda, gerçek anlamıyla “DEMOKRASİ” beklemek hayaldi. Bu nedenledir ki, 15 yıllık Cumhurbaşkanlığı döneminde Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde bir “TEK ADAM” düzeni egemen oldu.
Ancak, Mustafa Kemal her konuda güvendiği “nitelikli insanlara” danışıyor ve uygulamada onların katkılarını alıyordu.
İlk 15 yıl içinde eğitim ve üretim seferberliği ile inanılmaz bir gelişme sağlandı. Osmanlı borçları ödendi, yabancıların eline geçmiş üretim tesisleri satın alındı, yeni fabrikalar kuruldu, yurtdışına eğitim için öğrenciler gönderildi.
Mustafa Kemal Atatürk’ün bedensel ölümü üzerine İsmen İnönü Cumhurbaşkanı oldu ve “MİLLİ ŞEF” dönemi yaşandı.
İsmet İnönü dönemi özellikle “Cumhuriyet, Laik Devlet” karşıtlarınca çok yönlü istismar edilen bir dönemdir. Oysa, İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalmakla bu ülkeye ve ulusa bedeli ödenemeyecek bir hizmet örneği veren İsmet İnönü’dür.
Kuşku yok ki, İsmet İnönü farklı bir kişiliktir. Bir “ATATÜRK” değildir!
Siyasi döneminde kimi yanlışları da olmuştur.
Ne var ki, ikinci dünya savaşı sonrası bu ülkeyi “Çok partili demokratik düzene” taşıyan ve 1950’de seçimi kaybedince, büyük bir nezaket ve olgunlukla görevi devreden de odur!
Oysa, o yıllarda dünyanın pek çok ülkesinde “gerçek anlamı ve kurumlarıyla yaşanan bir demokrasi örneği” yok hükmündedir!
Birçok aydınımız, demokrasiye geçiş tarihini “çok erken” bulmaktadır!
Gerici unsurların “devrim karşıtı” eylemlerinden kaygı duyulmaktadır.
Nitekim, 1950 yılından bu yana siyasi tarihimizde yaşananlar bu kaygıların büyük ölçüde doğruluğunu kanıtlamaktadır.
İnönü döneminde, özellikle köylümüzün sıkıntıları büyüktür. Henüz, köyler ve kasabalardaki “ağa-eşraf egemenliği” yok edilememiştir.
1945’te bu egemenliği kırmak için çıkarılmak istenen “TOPRAK YASASI” CHP içindeki “toprak egemen siyasiler” tarafından engellenmiş ve CHP içinde bir ayrışmayı ortaya çıkarmıştır.
7 Haziran 1945’de Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü tarafından CHP Grubu içinde verilen bir önergeyle (Dörtlü Takrir) Demokrat Parti’nin (DP) kuruluş süreci başlamıştır.
DP kurulduktan 6 ay sonra, 21 Temmuz 1946’da yapılan seçimde, CHP 395, DP 66 ve Bağımsızlar 4 milletvekili ile meclise girdiler.
Seçimlerde “şaibe” büyüktü! Nitekim, CHP’nin bu yanlış adımı, toplumsal tepkiyi tetikliyor ve 1950 yılında Demokrat Parti’nin tek başına iktidar olmasının yolunu açıyordu.
BÖLÜM-2
Demokrat Parti-DP, 1950 seçimleri sonucu büyük iddialar ve umutlarla iktidara geldi.
CHP’nin vermediği “DEMOKRASİ” verecekti; “Yeter, söz milletin” ana sloganıydı!
DP’nin icraatlarına bir göz atalım;
Öncelikle, Genel Kurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve bazı generalleri emekli etti. Ezanın yeniden Arapça okunmasını sağladı.
Menderes Grup Toplantısında; “Siz öyle bir güçsünüz ki, Hilafeti bile geri getirebilirsiniz” dedi! NATO’ya üyelik başvurusu yaptı, reddedildi!
25 Eylül 1950’de, TBMM’nden onay almadan ve tüm masrafları bize ait olmak üzere Kore’ye, ABD’nin yanında savaşmak üzere 4 bin 500 kişilik bir tabur gönderdi. 34 subay, 46 Astsubay ve 1252 er bu savaşta yaşamlarını yitirdi! Ama, sonunda NATO’ya üye olduk! Ve, Türk Ordusu bütünüyle NATO emrine verildi! Bu aymazlığın bedelini 1964’de, “Johnson’un Mektubu” ile ödedik! “NATO emrindeki ordu ve NATO silahlarıyla müdahale edemezsiniz” diyordu ABD Conisi!
ABD ile bir dizi “İkili Anlaşma” yaptı! Ülkemiz ABD üsleriyle işgal edildi! Milli Eğitimden, ulaşım siyasetimize kadar her alanda ABD’nin güdümüne girdik! Tren yolu ulaşımını terk ettik, karayolu ulaşımına tutsak olduk!
1955’te, Ulusal Kurtuluş Savaşımızı örnek alarak, Mustafa Kemal posterleriyle, Fransız sömürge düzenine başkaldıran CEZAYİR halkı yerine emperyalist Fransa’nın yanında yer aldık ve bu aymazlıkla Arap camiasında aforoz edildik!
Rum vatandaşların malına mülküne el koymak adına, “Ata’nın evi bombalandı” yalan haberiyle, İstanbul’da tezgahlanan “6-7 Eylül Olayları” ile dünyaya rezil olduk!
Tarih, 5 Haziran 1952; Lozan Antlaşması’na göre, Fener Rum Patriği’nin TC.vatandaşı olması şartı yok sayıldı, ABD’den gönderilen “Athenagoras” Patrik kabul edildi, Menderes “hoş geldiniz” ziyaretinde elini öptü!.
Gazeteciler sürekli baskı altında tutuldu, gazeteler kapatıldı, gazeteciler cezaevlerine tıkıldı! Siyasi iktidara yalakalık yapan “Besleme Basın” tanımı bu dönemde ortaya çıktı!
“Max Ball” adlı yabancı petrol şirketinin hazırladığı ve petrol işletmeciliğini yabancılara açan “Petrol Yasası” 7 Mart 1954’de TBMM’nde DP oylarıyla kabul edildi.
Millet Partisi Genel Başkanı Bölükbaşı’yı milletvekili seçtiği için KIRŞEHİR, “il” olmaktan çıkarılarak “İlçe” yapıldı! (30 Mayıs 1954) Bölükbaşı 2 Temmuz 1957’de tutuklandı!
CHP’yi engellemek üzere, tamamı DP’li milletvekillerinden oluşan “Tahkikat Komisyonu” Komisyon, İnönü başta olmak üzere bir çok CHP’li milletvekiline “oturumlara katılmama” cezaları verdi! CHP Kongreleri polis marifetiyle dağıtıldı, Genel Sekreter Kasım Gülek kürsüden indirildi, Bursa’ya sürgün edildi!
Memur Tasfiye Yasası ile DP’ye biat etmeyen memurlar cezalandırıldı. ( 5 Temmuz 1954)
İMF baskısıyla TL. dolar karşısında 2.80’den 9 TL’ye çıktı. Yüzde 221 Devalüasyon oldu! ( 2 Ağustos 1958)
12 Ekim 1958’de “VATAN CEPHESİ” kurularak, DP iktidarını “toplumu bölerek” sürdürmenin çaresi arandı! Radyolar her gün ard arda “Vatan Cephesine katılanlar” listelerini açıkladı!
19 Ekim 1958’de Menderes, Said’i Nursi’yi Emirdağ’da ziyaret etti! Hilafet ve saltanatı temsil eden iki tuğralı yeşil bayrakla karşılandı! Bu ziyaretten sonra Said-i Nursi, kendisine tahsisi edilen lüks otomobil ve korumalar eşliğinde Türkiye’yi dolaşarak DP propagandası yaptı!
YARGI BAĞIMSIZLIĞI yok edildi! Muhalif siyasetçiler, profesörler, gazeteciler kolaylıkla cezalandırıldı ve cezaevlerinde ömür tükettiler…
“DEMOKRASİ” iddiasıyla gelen Demokrat Parti, demokrasiyi de her türlü hak ve özgürlüğü de ayaklar altına almış, ABD emperyalizmi ile bütünleşmiş, gerici unsurların bu ülkede palazlanmasını sağlamıştı.
Peki, bütün bunlara karşın, 27 Mayıs 1960 Askeri Harekatı ile iktidardan indirilmesi, Menderes ve iki yol arkadaşının idam edilmeleri doğru muydu?
Bu olay bu ülkeye neler getirdi, neler götürdü?
Bu soruların yanıtını da yarınki yazımızda vereceğiz…
BÖLÜM-3
27 Mayıs 1960 Askeri Harekatı olduğu zaman henüz 10 yaşımdaydım. Ama radyodan yayımlanan Yassıada duruşmalarını ve Yargıç Salim Başol’un “Sanıklar elleri bağlı olmadan getirildiler, yerlerini aldılar” sözlerini hala anımsıyorum.
Bu yazıyı dizisini bir “siyasi taraf” olarak değil, “Siyasi Tarih ve Siyaset Bilimi” alanında ciddiye alınacak bir eğitim ve araştırma süreci yaşamış, bu alanda Yüksek Lisans yapmış bir kişi olarak, “tarihe not düşmek” sorumluluğu ile yazıyorum.
Dünkü yazımda özetlediğim gibi;
Demokrat parti, gerçek manada “demokrat” bir parti olamamıştır. Demokratik düzenin “UZLAŞMA” kültürüne dayandığını görememiş, “DÜŞMAN YARATMA” stratejisini tercih etmiştir!
İktidarda kalmak uğruna ABD emperyalizmi ile kolkola girmiş, Cezayir gibi mazlum ülkeler yanında değil emperyalist çıkarlar yanında yer almıştı.
DP, iç siyasette “dini ve din üzerinden çıkar sağlayan kişi ve cemaatlerle işbirliği yapmıştır.
“Üretim ekonomisi” yerine, ABD telkinleriyle “tüketim ve rant ekonomisini” tercih etmiş, bilim ve teknolojiye uzak kalarak ülkenin ekonomik gücünün güdük kalmasına neden olmuştur.
Sayılabilecek daha pek çok yanlışı ve günahı vardır ama Demokrat Parti’nin bir askeri harekat ile iktidardan indirilmesini ve özellikle “siyasetçilerin idam ile cezalandırılmalarını” onaylamam mümkün değildir!
Şu bir gerçek ki; “Demokrasi, eğitimli, bilinçli ve üretken halk kitlelerinin olduğu ortamlarda yeşerir.”
DP’nin egemen olduğu 10 yıllık dönemde bu bilinç ve kültürde bir toplumun varlığından söz edilebilir mi?
Özellikle de “din ticareti üzerinden ve hiçbir üretim yapmadan geçinen kimi uyanıkların çok olduğu bir toplumda!
Bir başka önemli nokta şu; “Egemen güç, bir başka egemen güçle ilişkiyi hoş görmez!
ABD emperyalizmi, çok yönlü kıskaca aldığı, kullandığı bir siyasal erkin, SOVYETLER BİRLİĞİ ile ekonomik ilişkiler kurmasını hoş görür müydü?
ABD Başkanı’nın, son dönemlerde randevu vermekten kaçındığı Menderes, Sovyetler Birliği ile ilişkiler kurmaya başlamıştı!
ATAŞ Rafinerisi, Seydişehir Alüminyum Tesisleri ve diğer sınai projeler ve ticari ilişkiler için planlanan Moskova ziyareti arifesinde 27 Mayıs Askeri Harekatının olması “tesadüf” müdür?
Şu gerçeğin altını çizelim;
Ekonomik ve siyasal özgürlüğü olmayan hiçbir ülkede ABD onayı ve desteği olmadan askeri bir müdahale yapılamaz!
27 Mayıs Askeri Harekatı sonrasında yapılan ilk açıklama; “NATO’ya, CENTO’ya ve tüm uluslar arası taahhütlere bağlıyız” olmuştur!
27 Mayıs sonrası yaşanan “Yassıada Duruşmaları” kanımca bu ülkede yaşanan “öncü HUKUK CİNAYETİ” örneğidir!
27Mayıs’ın “iş kazası” ise, 1961 ANAYASASI olmuştur!
Özgürlükler manzumesi olan bu Anayasa’nın oluşumu, emperyalistler ve içimizdeki İŞBİRLİKÇİLER tarafından “beklenmeyen bir iş kazası” niteliğindedir!
Ne yazık ki, bu Anayasa’nın ömrü kısa olmuş, 12 Mart 1971 Muhtırası ve sonrasında bu anayasa katledilmiş, 12 Eylül 1980 faşizmi ile de Türkiye yeniden emperyalizmin rotasına sokulmuştur!
27 Mayıs’tan bu ülkeye “Siyasi düşmanlık” miras kalmıştır!
Bu somut gerçekleri görerek, “KİN ve ÖFKE” yerine “DOSTLUK ve KARDEŞLİK” değerlerini egemen kılmak, farklı görüşleri “DÜŞMAN-HAİN” diye nitelememek, farklılıklarımızı kabul ederek “İNSANCA ve KARDEŞÇE” yaşamayı onaylamalıyız.
Gelecek nesillere “ekonomik, siyasal, kültürel” açıdan ÖZGÜR; farklı etnik köken ve dini inançların KARDEŞÇE yaşayabildiği bir Türkiye bırakmak temel görevimiz olmalıdır…